12 yaşındaydım. O sabah, her gün olduğu gibi evimizde radyo açılmıştı, sabah erken bir saatti. Babam bize dönerek “İhtilal olmuş,” dedi.
İşte 12 Eylül 1980 sabahını biz böylece bildik ve emin olun o sabah, uzun süredir geceleri silah sesinden uyuyamayan tüm Türkiye, haberlerde ölen gencecik insanları duymadan geçeceğine inandığı yepyeni bir döneme umutla bakıyordu!
1980’e gelene kadar çok değerli diplomatlarımızı hedef almış Ermeni terörü yeni bitmiş, ardından Kıbrıs’taki Türkleri hedef almış Rum terörü, 1974 Kıbrıs harekatıyla arkamızda kalmış ve fakat Kürt ve PKK terörü yeni başlamaktaydı!
Ben elbette 12 yaşındayken, ülkemiz üzerindeki, kimilerinin dile getirdiği “onca olayı” kavrayamıyordum. Bununla birlikte hayatımın seyri, çok daha geniş açıdan olaylara bakabilmemi ve kavrayabilmemi sağlamak istercesine beni önce Uluslararası İlişkiler bölümünde okumaya, ardından dünyayı gezerken deneyimlediklerimle bizzat yaşamaya itti. Kaldı ki, 1986’da uluslararası ilişkiler çok da popüler değilken girdiğim bu bölüm için Adana’da herkes bana “iyi de ne olacaksın bitirince?” dediğinde şaşkınca bakıyordum.
Gerçekten bitirince ben ne olacaktım?
Bunu 1988 yılında Viyana’da yaşamaya başlamadan, Doğu bloğunun çöküşüne ve yeni Avrupa’nın ve dünyanın tek kutuplu veya bazılarının iyimser davranarak kutupsuz veya çok kutuplu dediği sürecine ilerlenmesine tanık olmadan yanıtlayamayacaktım!
1980 ihtilalinin hemen sonrasında başlayan cadı avı benzeri tutuklanmaları, işkenceleri, öldürülüşleri sonradan ve derinden bilecektik. Bu süreç tam anlamıyla ülkemizdeki solu, aydını yok etmek, Kürt- Türk ayrımını tetiklemek ve düşmanlığı başlatmak, sağ dediğimiz ve bugünlere ılımlı İslam veya siyasi İslam diyeceğimiz sistemi sokmak için bir araçtı.
Fakat bunun sadece Türkiye için var olduğunu sanmak, bu durumu “Türkiye 30 sene sonra bölünecek” tarzı komplo teorilerine sıkıştırmak veya onlarla açıklamak, düpedüz saçmalıktı! Çünkü sadece Türkiye değil, tüm dünya o dönemde var olan ABD- SSCB soğuk savaşından nasibini almaktaydı ve SSCB dağılmasının ardından da, ABD için yepyeni bir düşman yaratma gerekliliği doğacaktı. Ve bu düşman, küreselde din ve yerelde hem din, hem de etnik köken temelli olacaktı!
Zaten Afganistan’da desteklenen Taliban vb. din temelli gruplar ve eski Yugoslavya bize bunu açıkça göstermekteydi. Sadece yerelde olanları, küresel haritaya yerleştiremediğimiz içindir ki, bu bütünsel değişimi, en azından o dönem göremedik.
Oysa her zaman şunu akılda tutmak gerekir. Küreselde olan her şey, Ortadoğu’yu şekillendirir ve Ortadoğu’yu şekillendiren her şey, küreselde görülür. Bu durum, o dönem için ABD-SSCB’nın oluşturduğu iki kutuplu dünya ile ve bugün ilerlediğimiz ABD-Çin iki kutupluluğunun ötesinde bir şekillenme ve şekillendirmedir. Bu ve benzeri sebeplerle, küresel olayları ve ülkemize düşen yansımaları görmeden, Türkiye için doğru, verimli, gerçekçi ve başarılı stratejiler de üretilemez. Ülkemiz her zaman dünyanın en önemli bölgelerinden ve ülkelerinden biri olacaktır! Bu kaçınılmaz bir kaderdir ve Atatürk’ümüzün bize, “yurtta barış, dünyada barış” demesinin derinliğini kavramamız çok önemlidir.
Peki Türkiye 1980 sürecine öylesine mi gelmişti?
Hayır. Biz bunun işaretlerini Menderes döneminde görmeye başlamıştık. 1974’lere uzanacak Türk Rum düşmanlığının Cumhuriyetteki temeli, Menderes döneminde atılacaktı ve bizler 1957 olaylarını yaşayacaktık. Bir tarafta milliyetçilik, diğer tarafta din ile Atatürk Dönemi aydınlanmanın önüne, Cumhuriyet’in yolunu tıkadığı tarikat ve cemaatler de alınınca, koskoca bir karanlık ülkemize yavaş yavaş konmaya başlayacaktı.
İmam Hatip okullarının imam yetiştirme hedefi giderek şaşıracak, bu okullar tüm ülkenin Türklük’ten koparılması ve Araplaşması yolunda yeni adımlarından biri olacaktı.
1980’lere gelene kadar bir dönemlerin en kozmopoltik şehirleri olan Kayseri, Kars, Maraş, Malatya, Sivas gibi şehirler, aşırı dinciliğin desteklendiği iller olacaktı. Yurt dışına neredeyse kaçmak zorunda bırakılmış ve fakat yüzlerce sene bu topraklarda yaşamış, gerçekten Atatürkçü olan nice vatandaşlarımız; Ermeniler, Rumlar, Museviler ve Türkler de dahil, 1960 sonrası yurt dışına gidecek, ya diasporaya katılacak ya da işçi sıfatıyla Avrupa’da, Cumhuriyet’in yarattığından çok daha farklı bir Türk imajı ve gerçekliği yaratacaktı.
Ülkemize ABD film ve dizileri pompalanırken, ABD ürünleri en müthiş ürünler olarak pazarlanırken, SSCB neredeyse düşman olacak, ülkemizde yaşayan, benim de babaannem gibi nice Ruslar, Rus olduklarını söyleyemez duruma geleceklerdi!
Atatürk, CHP, sol ve sosyal devletçi yapı ABD ve Batı’nın sömürgeci ve tüketici zihniyetiyle uyuşmadığından, her gün düşmanlaştırılacak, CHP bu ülkenin baş düşmanı ilen edilecek ve hedef gösterilecekti. Bu bağlamda ülkemizin ilk demokrasi ve siyasi şehidi de 1973 yılında öldürülen rahmetli Kahramanmaraş Baro Başkanı ve CHP İl Başkanı Av. Lütfi Kabakçı’dır.
Maalesef bizler 1957 olaylarından sonra 1978’de Maraş katliamına, 1980 ihtilalinden önce Çorum katliamına, katledilen diplomatlarımıza ve bu arada gazeteci, akademisyen ve düşünürü hedef almış nice faili meçhul cinayetlere tanık olduk. Öte yanda İran-Irak savaşından kaçan Kürtler’i ülkemize kabul ederek yapay bir Kürt nüfus artışını sağlayan Özal hükümetini deneyimledik. Buna paralel olarak da, 1980 sonrası PKK terörü tırmanmaktaydı.
1991’lere geldiğimizde SSCB bloğuna dahil olan eski Yugoslavya’daki ekonomik çöküş, bu süreçte yaratılan bir lider ve onun Yugoslavya’daki halkları bölücü yaklaşımı ve söylemleri bize Avrupa’nın tam ortasında bambaşka bir soykırımı getirdi. İşte bu olay Hristiyan-Müslüman çatışmasına tanık olduğumuz yepyeni dönemi göstermekteydi. 1996’lara geldiğimizde, vaktin aydın Afganistan’ı radikal müslüman grupların elinde tam anlamıyla harap olurken, ABD Rusya’nın hemen yanı başına gelme fırsatı yakalamış, Rusya’da yanı başındaki bu çatışma sebebiyle, toparlanamaz duruma düşmüştü.
Türkiye bu küresel etkiyi, bugün FETÖ dediğimiz ve benzer yapıları kapsayan her türlü dini tarikat ve cemaatlerin beslenmesiyle deneyimlemeye başlayacaktı!
Zaten hemen ardından ve bugünlere kadar, Rusya ile bağı olan hemen her ülke; Suriye, Irak, Libya vb. iç savaşlara sürüklenecek ve her biri ABD’nin hükmetme hırsına karşılık, ABD ve Rusya arasında kalarak müthiş trajediler yaşayacaktı. Bu arada Rusya güçlenirken, Doğu’da yepyeni bir yıldız doğmaktaydı: Çin. Dahası Çin’e eklenen ve teknoloji ve bilişimin merkezi olmaya aday Hindistan da yabana atılır gibi değildi.
ABD artık sadece Rusya değil, Çin ve Hindistan’ı da dikkate alması gerektiğini çok iyi biliyordu. Bu sebeple, İslam dünyası ile barış yapmalıydı ve barışın da yolu Ortadoğu’dan geçmekteydi. Nasıl? Trump bu görevi kendi başkanlığında üstlenecek ve laiklikle İslam’ı çok yukarılara taşımış Türkiye yerine Arap ülkeleriyle İsrail arasında barış anlaşmaları yapılmasını sağlayacaktı!
Türkiye neler yaptı bu dönemde?
Maalesef AKP ve Erdoğan yönetimi, hiç bir adımı doğru okuyamadı. Kurnaz tüccar zihniyetli, nispeten eğitimsiz bir kadro ile ve her ülkeyle neredeyse sadece günü kurtarma ve makamı koruma ticaretine dayanan ve fakat uzun vadeli ülke menfaatlerini önceleyemeyen bir yönetimle, ülkemizin dünyada saygınlık kaybetmesine, savaşçı bir görünüme bürünmesine sebep oldu. Artık gerçekten ne Doğu’yla, ne Batı ile verimli bir ilişkimiz olmadığı gibi, “yurtta barış, dünyada barış” destrundan uzak, Doğu ile Batı arasında köprü olma prestijinden ayrı düşmüş bir ülke konumundayız. Bu da AKP hükümetini, hemen her cephede, hemen her ülkeye veya uluslararası kuruluşa karşı zayıf düşürmekte.
Türkiye’nin artık başka ülkelerin Türkiye’yi konumlandırmasından bağımsız olarak, “özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir” yaklaşımıyla kendi stratejik devlet yapısını kurması ve buna uygun devlet adamlığı/kadınlığı yaklaşımını da benimsemesi ve desteklemesi zorunludur. Başta dış ilişkiler olmak üzere, içte de birleştirici çalışkan, dürüst, vatansever kadroların açılması ve desteklenmesi gerekmektedir. Stratejik düşünce her seviyede önemli olmalı, başta sosyal medya ve teknolojinin de gücü dikkate alınarak, sosyal, adil, refah bir Türkiye’nin inşasına, 1950’lerde kaldığı yerden, günün koşullarına uygun olarak, başlanmalıdır.
Bugüne kadar yaşadıklarımızdan ders çıkarma zamanı gelmiştir. Artık sadece yaşadığımız günleri komplo teorilerine sıkıştırma acizliğinde olamayız; 1950’lerden beri ülkemizin bugünlere gelmesini sağlamış her acı olayı iyiden iyiye sorgulamalıyız. Bağlantıları görmeli, geleceğin nasıl olacağına dair öngörülerimizi sebep-sonuç silsilesiyle irdelemeliyiz. Diğer ülkeler düşman olarak görmeyi bir kenara bırakmalı; her ülkenin kendi menfaatlerini önceleyeceğinin bilincinde olarak, bizler de kendi menfaatlerimizi önceleyecek akıllı politikalar üretmeliyiz.
Türkiye ya köprü olmalıdır, ya da köprü olmalıdır! Türkiye her komşusuyla ve geniş coğrafyasında her ülkeyle dostane ilişkiler geliştirmelidir. Ülkemizin coğrafi konumu, gerekliliği kurulduğu günden, sonsuza kadar budur. Bundan sapmak, bu gerçekliği yok saymak, ne gerçekçidir, ne de ülkemizin varlığını koruyabilir.
コメント