Kabul edilirken güçler ayrılığımız ve demokrasimiz yalpalasa da 247 Milletvekilinden 246’sının evet demesiyle dahil olduğumuz İstanbul Anlaşmasından, Cumhurbaşkanlığı otokrasisinde tek imzayla çıkınca, artık yüksek sesle ülkemizde son 19 senedir gerçekleşen bir sivil darbe olduğunu söyleyebiliriz.
Elbette otokrasi ile yönetildiğimizi doğrulayan pek çok şey var ve hepsini de buraya yazmak gereksiz. Çünkü bu yazının konusu şu anki yönetim biçimimiz değil; 19 sene boyunca sivil darbenin hangi adımlarla gerçekleştiğini ortaya koymaktır. Ben kendi adıma, 7 temel başlıkta bunu listelemek ve açıklamak isterim.
Mülksüzleştirme
Kimliksizleştirme
Değersizleştirme
Güvensizleştirme
Fakirleştirme
Eğitimsizleştirme
Ayrıştırma
Bu sıralama, bir başlangıçtan sona doğru veya önem sırasına göre düşünülmemiştir. Daha ziyade ve kanımca hemen hepsi birbirine paralel olarak gerçekleşmiştir.
Mülksüzleştirme, milletin ve devletin olan fabrikaların, lojmanların, ormanların, tarım arazilerinin, nehirlerin vb. varlıkların AKP ve yandaşlarına ve bazı durumlarda yabancılara, yok pahasına satılması ve usulsüz ihalelerle el değiştirmesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu durum oldukça vahimdir. Örneğin bazı durumlarda askeriyeye ait lojmanlar ve stratejik öneme sahip alanlar elden çıkarken, bazı durumlarda özelleştirilen, örneğin TBMM lojmanları, millete daha fazla yük bindirmiştir. Dahası, örneğin hepimizin yararlanması hak olan sahillerimizin işletmesi, vergi ödemeyen AKP’li veya yandaşı vakıflara verilirken, bu sahillerin, özellikle son yerel seçimlerden sonra tüm giderleri ve temizlik gibi kamu işleri yerel belediyelere yıkılmaktadır. Böylece hak, kendine ait plajları kullanamazken, yerel belediyeler ile de karşı karşıya gelmektedir. Benzer şekilde 19 senelik AKP iktidarı şeker fabrikalarından, Türk Telekom’a, SEKA’dan Türkiye Denizcilik İşletmelerine ait limanlara, Eti Krom ve Gümüşten Tekel’e kadar devletimizin ve milletimizin olan varlıkları satarak bizleri mülksüzleştirmiştir.
Kimliksizleştirme, yetmez ama evetçilerin “beyaz Türk” tanımlaması gibi masum görünen tanımlamalarından başlayarak, Andımızın kaldırılmasına, okullarımızda Cumhuriyet’in kuruluşuna dair eğitimlerin çıkarılmasına veya azaltılmasına, Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu’nun yetkin olmayan kişilere yönettirilmesine, Türk Milleti demenin neredeyse suç sayılmasına, milli bayramlarımız olan 23 Nisan Milli Egemenlik ve Çocuk Bayramı, 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı, 30 Ağustos Zafer Bayramı veya 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı gibi bayramlarımızın kutlanmaması veya alışageldiğimiz şekilde ve coşkuda kutlanmasının engellenmesi gibi kadar pek çok konuda kendisini gösterdi. Bugüne kadar Erdoğan Türk Milleti demediği gibi, kendisini de bir Türk olarak tanımlamamıştır. Pek çok kurumdan T.C. ibaresi kalkarken, Arapça ülkemize zorla empoze edilmeye çalışılmış, pek çok devlet kurumunda da kullanılır olmuştur. Avrupa Birliği ve diğer ülkelerin sert koşullar karşılığı verdiği maddi destek ile ülkemize, kaldıramayacağımız kadar çok mülteci kabul edilirken, demografik yapımız da bozulmuştur. Bu şekliyle Türk kimliğimiz yerine, yapay bir Ortadoğu kimliği dayatılmaktadır.
Değersizleştirme, ülkemizin vazgeçilmez değerleri de dahil olmak üzere, pek çok konuda bir anlam kaybı veya değişimi yaratmak için 19 sene boyunca süreklilikle gerçekleştirilirken, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş ilkeleri, Kurucumuz Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve hatta din olmak üzere, her alanda kendisini göstermiştir. Askerlerimize “kelle” denilmesinden, aydınlarımızın “elit” diye dışlanmasına veya değerli diplomatlarımızın “monşerler” diye aşağılanmasına kadar pek çok söylemde karşımıza çıkan değersizleştirme, Erdoğan’ın kendisine muhalif olanlara ettiği hakaretler ile de; örneğin "çapulcu"dan "zillet"e, "ananı da al git"ten "vatan haini"ne kadar, farkı söylem ve eylemlerle güçlendirilmiştir. Atatürk’ümüze hakaret neredeyse olağanlaştırılmışken, yanlış ve manipülatif pek çok basın yayını ya da akademik adı altındaki etkinlikler de bu değersizleştirmenin ortakları olmuşlardır. Dahası çocuğa taciz gibi korkunç bir suç “bir kereden bir şey olmaz” açıklamasıyla çocuklarımızı, kadına şiddet “ama mini etek giymişti” savunması ve hatta bazı avukatların mahkemelerde “kızınıza sahip çıksaydınız” suçlamasıyla ve her şeyden daha vahimi suçluların serbest bırakılmalarıyla, kadınlarımızı değersizleştirmiştir. Toplumda kadın erkek eşitliğine dair ne varsa, din veya ahlak adı altında ve hatta genç kızlarımızın gülmesini bile edepsizlik olarak yorumlama cüretiyle anlamsızlaştırılmaya çalışılmıştır. Sanat ve bilim de benzer şekilde bu değersizleştirmeden nasibini almıştır.
Güvensizleştirme, sıklıkla dile getirilen darbe söylemleri, zaman zaman patlayan bombalar, dış güçler söylemine sığınmış siyasi konuşmalar gibi pek çok adımda karşımıza çıktı. Şaibeleri ayyuka çıkmış seçimler sonucunda “benim %50’m” sözüyle kendisine bu ülkede her şeyi yapma hakkı kazandığını sanan bir zihniyetle birlikte, dozu sürekli artan bir baskıyla, AKP’li olmayanlar azınlık olmadıkları halde, azınlıklaştırılmıştır. Yolsuzlukların, usulsüzlüklerin, gözümüzün önünde işlenen nice suçların adalet ile çözümünün sağlanamaması devlete olan güveni ve vatandaşlarımızın birbirine olan güvenini yavaş yavaş ortadan kaldırmıştır. Aniden yapılan ev baskınları, suçu değil, suçsuzluğu kanıtlamaya dönüşmüş hukuk arayışları, sosyal medyada paylaşılan hemen her sözün suç sayılabileceği varsayımı, hükümete yaranmak için “gammazlayan” trollerin varlığı bu güvensizliği daha da tırmandırmıştır. Son olarak başta içişleri bakanı olmak üzere, pek çok yasadışı olaya adı karışan ve buna rağmen, hala sorgulanmayan siyasilerin varlığı, sadece ülkemiz içinde değil, yurtdışında da güvensizlik yaratmaktadır. Dahası ülke içinde yaratılan güvensizleştirme ile ülkemizin güven kaybı, karşılıklı olarak birbirlerini tetiklemektedirler.
Fakirleştirmeyi üç açıdan ele alabiliriz; biri halkın fakirleşmesi, ikincisi devletin fakirleşmesi ve üçüncüsü de borçlanmadır. Halkın fakirleşmesine adım adım tanık olduk; 2002 yılında asgari ücretin alım gücüyle bugünkü alım gücü arasında çok fark vardır. Üretim ekonomisinin ortadan kalkmasıyla birlikte bağımlılığımız da artarken, işsizlik oranı inanılmaz yükselmiş ve vatandaşın sırtına yüklenen vergiler, neredeyse devletin tek gelir kaynağı haline gelmiştir. Hazinede, damadın yönetiminde iken gerçekleşmiş ve açıklanamayan milyarlarca dolar ve tonlarca altın kaybı vardır. Varlık Fonuna devredilen sayısız varlığımızın zarar ettirilmesi bir yana, FETÖ adı altında el konulan para ve varlıklara da ne olduğu veya kimlere yok pahasına satıldığı, şeffaf olmayan ve açıklama istenildiğinde “ticari sır” şeklinde ifadesi olunan el değiştirmelerle tam bir kaostur. AKP iktidara geldiğinde 2000 küsur olan ve devlet kontrolünde çıkarılan madenlerimiz, şu an 43.000 küsurdur ve bunların hemen hepsi yabancılara satılmıştır. ETİ’nin farklı kuruluşları; krom, gümüş, vb teker teker satılmıştır. Öte yanda yapılan ve halka hizmet diye söylenen her köprü, hastane, yol, havalimanı vb. yapılar, olması gerektiğinden çok yüksek bedellerle yandaşlara ihale edildiği gibi, en az 20 sene gibi uzun vadelerde de, garantili yolcu araç veya hasta gibi gerekçelerle devletin; yani milletin para ödemesi zorunlu hale getirilmiştir. Milletimiz, hiç olmadığı kadar fakirleşmiş ve geleceği de çalınmıştır. Bu da muhalefet etmeyi zorlaştırdığı gibi, geleceğe dair umutları da yok etmiş ve pek çok zeki gencimiz çareyi yurt dışına gitmekte bulmuştur. Maalesef bir başka açıdan fakirleşme de beyin göçümüzdür.
Eğitimsizleştirme, en başta sürekli değişen bakanların ve kimden hesap soracağımızı bilemediğimiz bir bakanlığın elinde, ilköğretimden üniversiteye kadar, bilinçlice gerçekleştirilmiştir. FETÖ, eğitim, adalet, aile bakanlıkları ve askeri (polis de dahildir) alanda etkin olmak adına 1980’lerden beri faaliyet gösterirken, kurduğu okullarla da bilinmekteydi. AKP döneminde, ilköğretimin beş yıldan 4 yıla düşmesi de dahil olmak üzere, çalınan sınav sorularıyla hak etmeyenlerin okullara yerleşmesi, saygın ve değerli üniversitelerimizin bölünmesi, isim değiştirmesi, yandaş vakıfların üniversitelerine devredilmesi, Anadolu ve Fen Liseleri yerine açılan ve tercih dahi edilmeyen İmam Hatipler, alanında yetkin olmayan yandaşların kadrolara yerleştirilmesi, eğitimin özel okullara neredeyse devri ve FETÖ sonrası yandaşların eğitim alanında yapılanması gibi pek çok adımda çocuklarımızın ve gençlerimizin iyi, eşit ve günün koşullarına uygun eğitimler alması engellenmiştir. Böylece bir tarafta FETÖ’nün yurt içinde ve başta Türk Cumhuriyetleri olmak üzere yurt dışında eğitime verdiği zarar, diğer tarafta AKP hükümetinin değişen bakanları aracılığıyla giderek kalitesi düşen eğitimlerimizle gelecek nesillerimizin uluslararası rekabet edebilir şekilde öğretim görmesi neredeyse imkansızlaşmıştır. Kaldı ki açıkça “bize oy verecek cahil insan lazım” söylemi de tarihe geçmiştir.
Ayrıştırma, Erdoğan’ın ve AKP’nin, sonrasında iktidarın koalisyonu olan MHP’nin söyleminden eylemine kadar 19 senedir tanık olduğumuz en yıkıcı eylemlerinden biridir. Nefret söylemine varan kutuplaştırma, yüzyıllardır aynı coğrafyada yaşayan, Cumhuriyet ile birlikte bu vatanda yaşamayı kabul etmiş milyonlarca insanı birlik ve beraberliğinden koparmak için yapılmış ve elbette siyasi anlamda da güç kazanmak adına yaratılmış bir ötekinin varlığı olarak sürekli dile getirilmiştir. Her ne kadar millet bu nefret söyleminden, nezaketsiz dilden, hakaretlerden, saygısızlıktan ve kutuplaştırmanın her eyleminden bıkmış olsa da, en azından radikal kesimler için bu söylem ve eylemler halen oldukça kışkırtıcıdır. Bu ayrıştırma siyaseti ile oluşturulan yapay gündemler sırasında sivil darbe adım adım gelmiş, muhalefet bu yapay gündemlerle zaman kaybederken, AKP istediği kanunları istediği gibi çıkarmıştır.
Bugün bir demokrasiden söz edebilmemiz mümkün değildir; artık otokrasi ile yönetilen bir tek adam devleti haline geldik. Artık güçler ayrılığı olan bir cumhuriyetimiz veya kurumlarıyla birlikte alışageldiğimiz bir devlet yapımız yoktur. Yukarıda sıralamaya çalıştığım sivil darbenin 7 adımı içinde yer alan hemen her şey ülkemizin birliği, refahı, bütünlüğü, varlığına tehdittir ve suç unsuru da taşır. Çünkü dünyanın neresine gidersek gidelim, yolsuzluk, yolsuzluktur veya ihaleye fesat karıştırmak, ihaleye fesat karıştırmaktır. Kaldı ki, tek adam sistemine geçiş referandumunun, son anda seçimlere sokulan 1,5 milyonluk mühürsüz oylarla kazanılmış gibi lanse edilmesi bir yana, o akşam sarf edilmiş “atı alan Üsküdar’ı geçti” cümlesi de tarihimize yazılmıştır.
Tüm bunlara ve deneyimlediğimiz inanılmaz baskılara rağmen, ortaya çıkan gerçekler, Erdoğan’ın ve hükümetinin artık saklayamayacağı şekilde bilinen şaibeleri, yolsuzlukları ve beraberindeki çoklu kriz ve yanı sıra halkın artan mücadelesi ve ülkemizde giderek artan Atatürk ve Cumhuriyet sevgisi, bu sivil darbenin başarılı olamayacağının da göstergeleridir. Bir sonraki yasal seçimlerde; erken veya değil, AKP’nin %30 oy alması dahi mümkün değildir. Şu anda -mış gibi açıklanmaya başlanan manipülatif olası seçim sonuçları, bir sonraki seçimlere şaibelerin karışacağını şimdiden göstermektedir.
Kanımca Erdoğan açısından iki seçenek vardır: Birincisi mutlaka gelecek seçimleri kazanmanın yolunu bulmak ve gerekirse kanun değiştirmek ve hatta baskıyı ve şiddeti arttırmak, ikincisi tüm baskıya rağmen kazanamayacağını bilerek, sorgulanmayacağı veya yargılanmayacağı bir alternatif yaratmak…
Comments